MENÜ

GELECEK PARTİSİ GENEL BAŞKANI AHMET DAVUTOĞLU'NUN HÜR DÜŞÜNCE HAREKETİ'NİN GENEL KURULUNA KATILDI

Yayınlanma Tarihi : 17.09.2022 21:45 Bu haber 295 defa okundu

GELECEK PARTİSİ GENEL BAŞKANI AHMET DAVUTOĞLU- Bugün 17 Eylül, hüzün günlerimizden biri. Tarihimizde çok acı olaylar yaşanmıştır, ama modern tarihimizde bir Başbakanın bir darbe sonrasında idam sehpasına gidişinin oluşturduğu resimden daha hüzünlü bir tablo yoktur. 

Paylaş Paylaş Paylaş
GELECEK PARTİSİ GENEL BAŞKANI AHMET DAVUTOĞLU'NUN HÜR DÜŞÜNCE HAREKETİ'NİN GENEL KURULUNA KATILDI

Ben her şeyden önce selefim Adnan Menderes rahmetliyi, Maliye Bakanımız Hasan Polatkan, yine selefim Fatih Rüştü Zorlu selefimi hüzünden emin olun boğamız düğümlendi, Fatin Rüştü Zorlu selefimizi, Dışişleri Bakanımızı, yine Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ı rahmetle anıyorum, rahmetle anıyorum. Allah bir daha böyle bir manzarayı bize yaşatmasın. Bir daha bu ülkede hangi gerekçeyle olursa olsun siyasi eylemleri dolayısıyla idam sehpasına yürüyenleri göstermesin. GELECEK PARTİSİ GENEL BAŞKANI AHMET DAVUTOĞLU'NUN HÜR DÜŞÜNCE HAREKETİ'NİN GENEL KURULUNA KATILDI

Ancak sadece hüzünlenmek yetmez, derin bir hüzün içindeyiz. Tam da Hür Düşünce Hareketi’nin bugün kongresini yapıyor olması, bizi bir muhasebeye sevk etmeli, bir kendimize bakmaya sevk etmeli. GELECEK PARTİSİ GENEL BAŞKANI AHMET DAVUTOĞLU'NUN HÜR DÜŞÜNCE HAREKETİ'NİN GENEL KURULUNA KATILDI

Bu sene, önümüzdeki yıl Cumhuriyetimizin 100, demokrasimizin takriben 75’inci, modernleşme tecrübemizin ise 200. yılını idrak edeceğiz. Başarılarla, açılımlarla, zaferlerle dolu, ama aynı zamanda ders alınması, ibret alınması gereken çok ciddi tecrübelerle dolu bir 200 yıl. GELECEK PARTİSİ GENEL BAŞKANI AHMET DAVUTOĞLU'NUN HÜR DÜŞÜNCE HAREKETİ'NİN GENEL KURULUNA KATILDI

27 Mayıs darbesi sadece bir iktidarı yerinden etmedi. Bir siyasi kültürü bozdu, doğal siyasi akışı yerle bir etti. Seçimle gelmiş olanların seçimle gitmesi muhtemel olan 1961'i beklemeden 1960'da seçimle gelenlerin müdahale ile gittiği bir kültür oluşturdu. Arka arkaya geldi ondan sonra; 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat... Ve tabii kurumsal kültürümüzü de yerle bir etti. Türkiye'nin en büyük gücü olan ve demokratik bir çerçeve içinde kaldığında Türkiye'nin gerçek enerjisini oluştursan Silahlı Kuvvetlerimiz kendi içinde bölündü Talat Aydemir olaylarıyla. Silahlı Kuvvetler içinde cuntalar çıktı. Bütün bir milletin emniyetinin, güvenliğinin ana odağı olan Silahlı Kuvvetlerimiz birçok gerekçeyle çoğu zaman milletle karşı karşıya getirildi 28 Şubat’ta olduğu gibi. Kendilerini devletin sahibi sananlar, her zaman o devlete kendi rengini vermeye çalışırlar. Hâlbuki hepimizin bilmesi ve yürekten benimsemesi gereken şey şu: Devletin gerçek sahibi sadece ve sadece millettir. GELECEK PARTİSİ GENEL BAŞKANI AHMET DAVUTOĞLU'NUN HÜR DÜŞÜNCE HAREKETİ'NİN GENEL KURULUNA KATILDI

Devletin kurumları da bugün olduğu gibi şahsın devleti diyerek şahsileştirilen tavırlarda devlete, devlet kültürümüze en büyük ihaneti kendi içinde barındırır. GELECEK PARTİSİ GENEL BAŞKANI AHMET DAVUTOĞLU'NUN HÜR DÜŞÜNCE HAREKETİ'NİN GENEL KURULUNA KATILDI

Ve Silahlı Kuvvetler üzerinden güç elde etmenin bir yol olduğunu gören FETÖ denilen bir şebeke de bu kuvveti kullanarak 15 Temmuz’u bize yaşatmaya çalıştı. GELECEK PARTİSİ GENEL BAŞKANI AHMET DAVUTOĞLU'NUN HÜR DÜŞÜNCE HAREKETİ'NİN GENEL KURULUNA KATILDI

Bütün bu tecrübelerin üzerinde yeni bir eşikteyiz. Demokrasi kültürümüzü ayağa kaldırmak zorundayız; Adnan Menderes’e, Fatin Rüştü Zorlu’ya, Hasan Polatkan’a borcumuzdur bu. Devletimizi ayağa kaldırmak zorundayız. Balkan Savaşından İstiklal Harbinin sonuna kadar her cephede şehit düşen dedelerimize ve Cumhuriyetimizin kurucularına, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ve bütün silah arkadaşlarına ve bütün şehitlerimize borcumuzdur bu. GELECEK PARTİSİ GENEL BAŞKANI AHMET DAVUTOĞLU'NUN HÜR DÜŞÜNCE HAREKETİ'NİN GENEL KURULUNA KATILDI

Devletimizin kurumlarını ihya etmek durumundayız. O zaman gelin bir muhasebe yapalım. 200 yıllık modernleşme tarihimizin kısa bir muhasebesini sizlerle yapmak isterim. Ve 6’lı masaya otururken bizim Gelecek Partisi olarak bu masaya nasıl baktığımızı ifade etmek isterim.GELECEK PARTİSİ GENEL BAŞKANI AHMET DAVUTOĞLU'NUN HÜR DÜŞÜNCE HAREKETİ'NİN GENEL KURULUNA KATILDI

Türkiye, dünyadan kopuk bir ülke değil arkadaşlar, dünyadaki bütün trendler Türkiye’yi de etkiler. Bir adada yaşamıyoruz Pasifik’in ortasında. Öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki göçler bu coğrafyada olmuş, devletler bu coğrafyada kurulmuş, devletler bu coğrafyada kurulmuş, acılar yaşanmış, zaferler yaşanmış.GELECEK PARTİSİ GENEL BAŞKANI AHMET DAVUTOĞLU'NUN HÜR DÜŞÜNCE HAREKETİ'NİN GENEL KURULUNA KATILDI

Dünyada küreselleşme yaşanıyor. Bilim ve teknoloji insanoğlunun bütün hayatını, varoluşunu değiştiriyor, dönüştürüyor, yeni kimlikler kazandırıyor. 

Şimdi de son dönemde bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bir yol ayrımındayız. Ya otoriter, dışlayıcı otoriter bir düzen popülizme dayalı ya da kapsayıcı bir demokrasi; yol ayrımı bu. 

2020 yılında Cambridge Üniversitesi yayınları tarafından yayınlanan bir kitapta bu ikilemin küresel dünyayı nasıl etkileyeceğini analiz etmeye çalışmıştım. Aslında aynı dönemde Gelecek Partisi’ni kurarken de bu analizden hareket ettik. Modernleşme tarihimizde çok çatışmalar yaşandı; Yeni Osmanlılar, Jön Türkler, İttihatçılar vesaire. Sağ, sol, milliyetçi, muhafazakâr, laik muhafazakâr, birçok gerilimler yaşadık. Bütün bu gerilimlerin üzerinden şimdi yatay bir şey hepsini kesiyor arkadaşlar, bütün dünyada da böyle aslında.

Her yerde milliyetçilik var, ama iki türlü artık; otoriter milliyetçilik, ırkçılığa varan, dışlayan, ötekileştiren ve demokratik milliyetçilik, yurtseverlik, bütün vatandaşlarını aynı gören. 

Muhafazakârlık da her yerde yatay olarak kesiyor; insanoğlunu evrensel varoluşun ana unsuru görüp herkese saygı gösteren muhafazakârlık ile otoriter muhafazakârlık, kendisi dışında düşünen herkesi farklı gören, dışlayan ötekileştiren Türkiye’de de. 

Laiklik; otoriter laikliğin en can yakıcı örneğini 28 Şubat’ta görmüştük, ama din ve vicdan özgürlüğünün teminatı olarak görülen özgürlükçü laiklik çizgisi de bu topraklarda yaşandı. 

Sol hareketler; sosyalizmden sosyal demokrasiye kadar her kanadı da hem demokrasiyi güçlendiren etkiler yaptı, ama bazı ülkelerde de otoriterliğin gerekçesini oluşturdu.

Şimdi Türkiye’deki masalara, 6’lı masaya ve iktidara bakalım. 

İktidar, bizi eleştirirken “6 farklı bileşenden ne çıkacak” diye soruyor, anlamıyorlar. Gerçekten en büyük gücümüz altı farklı bileşenin bir masa etrafında toplanmış olmasıdır. Ve biz bunu tereddütsüz yaptık, gerçekleştirdik. En büyük gururumuz da, Tanzimat’tan bu yana modernleşme tecrübemizle ürettiğimiz her siyasi akımın temsilcileri o masa etrafında. Kendilerinin ise örtülü bir masası var, ilişkileri berrak değil, şeffaf değil. Bizim metinlerimiz belli, ne yaptığımız belli. Acaba Sayın Erdoğan ile Sayın Bahçeli kapalı kapılar arkasında neyi konuşuyorlar biliyor muyuz? Kendi kurmayları biliyor mu? Sayın Perinçek'in sol bir otoriter, Çin otoriterizminin temsilcisi olarak masadaki rolü, “dümen bende” diyor, ne kadar onda acaba? Mafyalar, organize suç örgütleriyle anılan insanlarla girilen ilişkiler. Her gün daha önce Türkiye’nin en büyük düşmanı ilan edilen yabancı güçlerin, ülkelerin şimdi en büyük dost haline gelebilmesi hangi dinamiklerin eseri. Şeffaf olmayan hiçbir şey kalıcı değildir. Biz şeffaf olarak bir masa kurduk. Hepimizin adı belli, sanı belli, geçmişi belli, geleceği belli. Gizlediğimiz, sakladığımız, örttüğümüz bir şey yok. Ama onların bir seçim kazanmak için açık bir suç teşkil edecek şekilde kırmızı bültenle aranan bir teröristi televizyonlara çıkardıkları bu tarih hafızasında duruyor, bir gün onlar da sorulur. Kimseyi dışlamayan bir süreci başlattık ve dışlamayacağız. 

Şimdi o zaman gelin hep beraber nasıl sağlarız bu kapsayıcı demokrasiyi onu konuşalım, açık yüreklilikle konuşalım, önyargısız konuşalım, tabusuz konuşalım, ufukla konuşalım. Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir şekilde açık açık konuşalım. 

Kapsayıcı demokrasinin gerçekleşebilmesi için önümüzdeki yıl 6 ana unsurun hayata geçirilmesi gerektiğine inanıyorum.

Birincisi, ortak aidiyet bilinci. Hani milli beka diyorlar ya iktidardakiler, emin olunuz milli bekamızı dış güçler tehdit edemez. Ettiler, işte 9 Eylül’de İzmir’den çekip gittiler. Milli bekamızı içeriden bazı unsurlar da tek başlarına tehdit edemezler. Milli bekamızın en büyük tehdidi nedir biliyor musunuz; Türkiye’nin her bir köşesindeki her etnik, her mezhebi, her inançtan, her felsefeden, her düşünceden vatandaşların ben bu ülkeye sahibim, bu ülkeye aitim ve ben bu ülkenin gerçek anlamda geleceğini belirleyecek güce sahibim demesidir. Ve bence bundan daha önemli bir husus yok. Neden? 

Bakınız, Roma İmparatorluğu’nun en genç yüzyılı Marcus Aurelius döneminden bugünlere kadar bünyesine kattığı unsurları içselleştiremeyen hiçbir devlet barınamamıştır, yaşayamamıştır. Şimdi bu ortak aidiyet bilincini nasıl güçlendiririz? İki unsurdan bahsedeceğim son dönemdeki tartışmalara da işaretle. Bir; tarihimize ortak bir gözle bakmak. İki; ortak vatandaşlık bilinciyle davranmak. Son dönemlerde tarihimizle ilgili yapılan tartışmalardan açık söyleyeyim, bir bilim adamı olarak da çok ciddi hüzün duydum. Artık olgunlaşmamız lazım, artık bu tartışmaları geçmemiz lazım, bu tartışmaları geride bırakmamız lazım. Bugünkü siyasi realiteler üzerinden tarihe dönüp bir dönemi altın çağı, diğer dönemi karanlık çağ diye adlandırdığınız zaman toplumu bölersiniz. Tarihi diziler üzerinden böyle imalı imalı birilerine hain göndermesi yaptığınızda tarihi bölersiniz. 

Bakınız, Fransa çok hanedanlıklar sonrasında beş cumhuriyet kurdu, yeniledi yeniledi. Ama hiçbir Fransız aydını, hiçbir Fransız siyasetçisi üçüncü cumhuriyetten dördüncü cumhuriyete geçerken yaşananları ki önemli değişimlerdir, tartışma konusu yapıp Fransız halkını şucular-bucular diye bölmeye kalmadı. 

İngiliz tarihi, evet Kraliçe yeni öldü, uzun bir hanedan tarihidir, ama içinde York Hanedanlığı, Lanchestire, Tudorlar çarpıştılar, kavga ettiler, asırlarca acılar yaşandı, Cromwell ihtilaliyle de bir dönem hanedanlığa ara verildi, kısa bir İngiliz Cumhuriyeti yaşandı. Ama hiçbir İngiliz aydın ya da siyasetçisi geriye dönüp ben şu hanedanı, ben şu cumhuriyeti tutuyorum demedi. 

Cardinal Richelieu Fransız dilini kurarken 16 yüzyılda Fransa'da kan gövdeyi götürüyordu mezhep çatışmalarından, ama Fransız dilinin üstünlüğünü Cardinal Richelieu nasıl savunuyorsa, De Gaulle de aynı şekilde savunuyordu. 

Artık bu tartışmaları olgunlukla ve bilerek, ben bu tartışmaların bilerek yürütüldüğü kanaatinde de değilim açık ifade edeyim, geride bırakmak durumundayız. Selçuklu, Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti çizgisi bir bütündür. Bu bütünü birbirine karşıtlıklar hâline dönüştürürseniz parçalarsınız, ne şekilde yaparsanız yapın parçalarsınız. Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve bütün silah arkadaşlarını rahmetle anıyoruz, Osmanlı subayıydılar. İkinci Abdülhamid döneminin eğitimin modernizasyonu döneminde yetiştiler. Ama aynı dönemde Sultan Abdülhamid’e şimdi bir şekilde karşı çıkan, taraftar olup herkesi ihanetle suçlayanlar da bilsinler ki birçok önemli muhafazakâr, aydın, düşünür o dönemlerde, o dönemlerdeki siyasî kültürü ve yaklaşımı ciddi şekilde eleştirdi. 

Şunu bilelim, tarih metodolojisi bize şunu öğretir: İnsanoğlu nasıl melek ve şeytan değilse arkadaşlar, tarih de beyaz ve karadan ibaret değil. İnsanoğlunun karakteri nasıl gri ise tarih de gridir. Hangi tonu nasıl aldığımıza bakarak birilerini sevip birilerini eleştirebiliriz. Ama bu milletin tarihini farklı kutuplara yol açacak şekilde yorumlayıp mutlaklaştırırsak ve önemli günlerimizi, milli günlerimizi şu ve bu akımın kullandı günler olarak bölersek, ortak aidiyet bilincini yok ederiz, kendi elimizle yok ederiz. İstanbul’un fethini bir grup, İzmir'in kurtuluşunu bir grup kutlar şekline gelmemeliyiz. İstanbul'un fethi, bizim çağ açıp çağ kapattığımız ve bütün bir Orta Asya'dan gelen devlet geleneğinin zirvesidir. İzmir'in kurtuluşu da, işte Hasan Tahsin’in o ilk kurşunundan başlayan sürecin bir istiklâl meşalesiyle noktalanmasıdır ve şerefimizdir, onurumuzdur. 

Ortak aidiyet bilincinin ikinci hususu, eşit vatandaşlık bilinci. 85 milyon tek bir kimlikle tek bir yere yazılıyor faaliyetleriyle, düşünceleriyle; Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı. Eğer bu vatandaşlık ayrımını yapıp birileri bu ülkenin gerçek sahipleri, birileri bu ülkenin ikincil sahipleri, birileri yönetme hakkına sâhip diğeri sadece yönetilen diye bölersek, bu ülkeyi gerçekten çok büyük felaketlere hazırlarız, özellikle önümüzdeki kritik dönemlerde. Bakınız, bizim tarihimizde ırkçılık yok, bizim tarihimizde dışlama yok. Osmanlı dönemi sadrazamlarını alın-Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanlarını alın, hemen hemen Balkan ve Rumeli ve Anadolu halklarından hepsi var, Kafkas halklarından hepsi var. Dışişleri bakanlarını alın, Rum var, Ermeni var, hepsi var. Devlet olmak kapsamayı gerektirir, dışlamayı değil. Devlet olmak, devletin vatandaşların hepsine aynı gözle bakmayı gerektirir. Şahsi hayatımda dört kesim, üçünü yaşadım bizzat, birini yaşamadım, ama şahit oldum; eğer halkı bir şekilde kimlik bazlı bölerse o ülkede huzur olmaz. Bir; hakimler ve davalı-davacılar. İki; hekimler ve hastalar. Üç; hocalar ve talebeler. Bu ikisini eşimden ve ben kendim bizzat yaşadım. Dördüncüsü de; devlet adamı ve vatandaşlar. Seçim olana kadar parti mensubuyuzdur, seçim bittikten sonra başbakanızdır, cumhurbaşkanıyızdır, bakanızdır, ama bütün bir milletin başbakanı, bütün bir milletin cumhurbaşkanı, bütün bir milletin bakanıyız. Yarın demokratik bir kültürü inşa ettiğimizde de biliniz ki biz seçim sonrasında kimsenin dışlanmadığı bir ülke ideali peşindeyiz.

Peki, bakınız bizde ırkçılık yok ama, Rudyard Kipling diye büyük edebiyatçı olmakla birlikte Batı düşüncesinin en ırkçı, en şovenist, beyaz adamın sorumluluğu diyen İngiliz kültüründen çıkmış o günlerden bugüne İngiliz Kabinesi açıklandı Afrikalı ve Asyalılardan müteşekkil. Aynı günlerde Türkiye'de ırkçılığın zirvesi yaşanan dillerin-şeylerin kullanılması gerçekten yürek acıtıcı. Aziz milletimiz, necip milletimiz, şanlı tarihimiz dedikten sonra farklı ırklara dönük üretilen kampanyalar, göçmenler politikasında kullanılan dil, göçmen politikasının ayrıca eleştirisi yapılır, ama kullanılan dil bu milletin şanına şerefine yakışmaz. Nijeryalı, Hintli, Sierra Leoneli, Ganalı bakanlardan oluşan muhafazakâr İngiliz Hükümeti bu da ha, sosyal demokrat değil, İşçi Partisi değil muhafazakâr. Öbür tarafta Ku Klux Klan örgütünden bu yana 19. yüzyıl ortasından her türlü ırkçılığı yaşamış olan Amerikan toplumunda bir zenci başkan oldu, kimse de tartışmadı Amerikan kimliği veya şey. Aynı şey diğer toplumlar için de, Çin kültürü de kendini yeniden keşfediyor, Rus kültürü de. 

Şimdi buradan şunu vurgulamak isterim: Türkiye'de hangi makama, hangi göreve hangi temelde gelineceği demokratik usullerle belirlenir. Etnik ve mezhebi kimlikler üzerinden herhangi bir ayrıştırmayla şu veya bu makamlara şu veya bu kişilerin gelip gelemeyeceğini tartışmayı bu milletin derin tarihi tecrübesi adına zül addederim, hakaret addederim. Öte yandan herhangi bir şekilde aynen 27 Mayıs'ta yaşadığımız gibi iktidarların hataları yüzünden iktidarlara oy vermiş olanları bile düşük ilân eden, bütün bir topluluğu kolektif suç tablosuyla karşı karşıya bırakan ve yaklaşan yaklaşımları da, rövanşist yaklaşımlara karşı da her türlü mücadeleyi veririz. 

Geniş muhafazakâr kesimlerin 28 Şubat’ı tekrar yaşarız korkusuyla iktidara destek vermeye zorlayan iktidar sahiplerine söylüyorum; 28 Şubat'a biz başımız dik direnmiştik. Ama eğer siz yolsuzluklarınızı 28 Şubat mağduriyetleri üzerinden örtmeye kalkarsanız, size de yine aynı başı dik tavırla direniriz, mücadele ederiz. Milli ve manevi değerlerimiz, hiçbir yanlışlığın, hiçbir hatanın, yolsuzluğun örtüsü olarak kullanılamaz, kullanılmayacak. İşte bunun teminatı da biziz. Bu ülkede birisi tekrar 28 Şubat yaşamak isterse, yaşatmak isteyenlere karşı, o jakoben laikliğe karşı özgürlükçü laikliği de, milli ve manevi değerleri de savunacak olan biziz. İktidarın 28 Şubat istismarına son verecek olan kadrolar da, yaklaşımlar da biziz. Bu açıdan Sayın Kılıçdaroğlu'nun son dönemlerde helalleşme başta olmak üzere sergilediği tavır doğrudur, takdire şayandır ve herkesin aynı tavrı sergilemesi lazım. 

Eğer biz bu ortak aidiyet bilincini oluşturacaksak, 6’lı masa bu ortak aidiyet bilincinin referans mekânı olacaksa, hepimiz bilelim ki ben diyerek konuşmayacağız, biz diyeceğiz, biz yapacağız, biz değiştireceğiz ve Türkiye'yi fikrî hür, vicdanı hür, irfanı hür kadrolar, bizler hep beraber omuzlayacağız. 

Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki bir sonraki seçimde gerçekten aramızda rekabet de olur hepimizin, çünkü farklı siyasi akımlardan geliyoruz. Ama Cumhuriyetimizin 100. yılında olur, siyasilere de sesleniyorum, iktidardakilere dahi sesleniyorum; eğer bir sonraki dönemin onların da canını yakacak otoriter bir dönem, çatışmacı bir dönem olmaması için aklımızı başımıza alalım. Kimse kendi ego, nefis ve makam düşüncesiyle hareket etmemeli. 6’lı masanın belki de en önemli katkısı, işte bu ortak aidiyet bilinci. O 6’lı masa yemek yemek için bir araya gelmiyor arkadaşlar, ne olacak her yerde yemek yeriz değil mi, yemeğe ihtiyacımız yok. Ama o 6’lı masada o liderlerden birini gören bir toplum kesimi ben de oradayım diyorsa ve 6’lı masa milliyetçi, muhafazakâr, sol, demokrat, liberal, herkesi barındırıyorsa, işte Türkiye’yi birleştiriyor demektir. Gizli bir şey de yok orada, her şey açık. Açık ve net ifade edeyim; ben bir Türk'üm, ama Kürt vatandaşlarımızın haklarına herhangi bir halel gelirse ilk sesini yükseltecek olan benim ve biz olacağız. Ben bir Sünniyim, ama Alevi vatandaşlarımızın hakları-hukukları konusunda ne kadar özen gösterdiğim bilinir ve o hakların-hukukların savunucusu herkesten önce biz olacağız. Kimse şu veya bu siyasi çıkar yüzünden toplumu bölmesin, ayrıştırmasın. Açıklamalarımızla yeni tartışmalar yaratmaktansa, vizyonumuzla yeni bir ufuk çizelim hep beraber. Birincisi ortak aidiyet bilinci dedim. 

İkincisi kapsayıcı demokrasinin meşruiyet temeli; insan hakları ve özgürlük-güvenlik dengesidir. İnsan haklarına dayanmayan hiçbir siyasal düzen yaşayamaz. İnsan haklarına dayanmayan hiçbir siyasal düzen meşru olamaz. Bakın ve bu bizim geleneğimizden beri de, hani şey çizgiyi biraz da kusura bakmazsanız belki … Hür Düşünce Hareketi deyince, sabahleyin zihnimi yoklarken bizde insan hakları kavramının gelişmesi, hani Osmanlı-Cumhuriyet çizgisini anlatmak için söyleyeyim; hürriyet kavramı ilk olarak Sadık Rıfat Paşa tarafından kullanıldı 19. yüzyılın başlarında. Ondan önce Farabi’de kullanılmıştı ve ondan sonra modern anlamda Sadık Rıfat Paşa Müntehabat-ı Asar isimli eserinde. Sonra Namık Kemal kullandı. Toplumla içinde hürriyet, toplumla birlikte hürriyet, istiklali önce öyle tanımladılar. Hürriyetten önce serbestlik kullanılmıştı Küçük Kaynarca Anlaşmasında ilk olarak, ama şimdi anlaşıldığı gibi serbestlik değil sadece kanunlara bağlılıktır, serbest kanunlara bağlılık anlamına da gelir. O günden bugüne hürriyet kavramı yerleşmiş. Allah aşkına Osmanlı aydınlarının hürriyet anlayışıyla modern dönemdeki Türk aydınlarının, Türk siyasetçilerinin hürriyet anlayışı birbirinden ayrışabilir mi? Hep onu aradık, hep insan haklarına-özgürlüklerine dayalı bir sistem aradık. Ve çok net ifade edeyim, burada iktidarın da propagandasıyla; sanki bu iktidar giderse Türkiye'de büyük güvenlik sıkıntısı olacak, Türkiye'de şunlar yaşanacak. Hayır arkadaşlar, biz devletin nasıl yönetileceğini biliriz, hiç kimse tereddüt etmesin. Bu devleti herhangi bir güvenlik kıskacına sokmadan da yönetecek kadrolar bizde var ve Türkiye'de hiçbir zaman bir güvenlik sıkıntısı yaşanmayacaktır. 

Ama özgürlükle güvenlik öyle bir şey ki… Bunların bugün dediği şu: Bakın öyle büyük bir tehlike var ki, güvenlik tehlikesi, özgürlüklerini kısıtlıyoruz, kusura bakmayın, ama kısıtlayacağız; yok arkadaş, güvenlik bahanesiyle özgürlüğün kısıtlandığı ülkeler otoriter rejimlerdir. Kendi şahsi ikballerini ve makamlarını koruyabilmek için özgürlükleri kısıtlayarak güvenliği teminat altına aldığını iddia edenler de riyakârlardır, sahtekârlardır. 

Riyakârdır, neden? Özgürlük-güvenlik dengesini akademik hayatta ilk önce ben kullandım. 90’lı yılların, 28 Şubat’ın güvenlikçi anlayışına karşı kullandım. Eğer devletin bekası bu şekilde sağlanacaksa, sağlanamaz dedim. Şimdi de 28 Şubat’a direnen bir aydın olarak, şimdi de bugünkü iktidarın otoritesine direnerek söylüyorum; özgürlükleri, güvenliği bahane ederek kullanmaya kalkarsanız, kendi kuyunuzu kazarsınız. Peki, nedir ilişki? Toplumsal meşruiyeti bir devletin şunu demesine bağlı arkadaşlar: Ben size özgürlüklerinizi kısıtlamadan en geniş güvenlik şartları sağlayacağım ve güvenliğinizi riske atmadan özgürlüklerinizi yaşanır kılacağım; meşruiyetin şartı budur. Eğer birisi çıkar size derse ki ben güvenliği göz ardı edeceğim, özgürlükleri getireceğim; kaosa yol açar. Birileri çıkar size derse ki, “ben öz güvenliği korumak için özgürlüğü feda edeceğim” ondan da otoriter, diktatörler çıkar. Şimdi bizim altılı masa olarak da, Gelecek Partisi olarak da bizim siyaset felsefimiz, insan haklarına dayalı, özgürlük güvenlik dengesidir. Güvenlikten asla taviz vermeyeceğiz. Ama güvenlikten taviz vermeyeceğiz diye 12 Eylül yasaklarını hatırlatacak şekilde birileri Kürtçe yasak getirirse, biz de çıkıp “Ser sera ser çava” deriz. Kimse buradan hareketle Kürt vatandaşlarımızın özgürlük haklarını kısıtlayamaz. Kürt vatandaşlarımızın aidiyet bilincini sağlayacak olan en önemli husus, başta Kürtçe olmak üzere bütün kültürel aidiyet unsurlarına teşvik ve desteklemektir, bu terör tehdidine karşı verilecek en büyük cevaptır. Türkiye’de teröre karşı çok tecrübe edinildi, PKK’da, hiçbir terör örgütü Türkiye’yi bölemez. Ama Türkiye’yi kalıcı tahkim edecek olan şey, insan haklarına saygıdır.

Üçüncüsü; kapsayıcı demokrasinin kurumsal temeli, demokratik hukuk devleti. Güç dengelerine, kuvvetler ayrılığına dayalı demokratik hukuk devleti. Ta Namık Kemal’den bu yana bu böyledir, arayış hep böyle, kuvvetler ayrılığı. Herkes denetlenecek, kimse layüsel değildir, kimse hukuk karşısında özel bir statüye sahip değildir olumlu ya da olumsuz anlamda. İşte kuvvetler ayrılığı ilkesini biz ortaklaşa olarak açıkladığımız parlamenter sistemle anlattık, anlatıyoruz. Parlamenter sistemi ikiye ayıracağız, parlamenter sistemi geri getirmeyeceğiz, yanlı anlaşılmasın. 12 Eylül’e dayalı kapsayıcı demokrasi olmaz. 12 Eylül rejiminin Anayasası’nın tümüyle değişmesi bir zaruriyettir, ama zamanla olacaktır bu, bunun farkındayız. Dolayısıyla biz 2017 referandumundan önceki Türkiye’ye dönmek istemiyoruz, onun acısını en çok ben çektim. Yetki ve sorumlulukları üzerinde olan, hesap verecek olan Başbakan; yetkisiz, sorumsuz, ama tüm yetkili Cumhurbaşkanı denklemine dönmeyeceğiz. Kimse o günlere de geri döneceğini düşünemesin ve halkı bununla da korkutmasın. Gerçek anlamda kuvvetler ayrılığı ilkesine dayalı parlamenter sistemi kuracağız. 

Dördüncüsü; kapsayıcı demokrasinin olmazsa olmaz şartlarından birisi, ekonomide gelir adaletidir. Zenginin daha zengin, fakirin daha fakir olduğu sistemler bir müddet sonra Rusya’da bugün gördüğümüz şekilde oligarklar oluşturur. Türkiye’de de neredeyse oligark oluşumuna giden bir gelir adaletsizliği yaşanıyor. Ağır enflasyon dünyanın en yüksek enflasyonlarından birisi, kur korumalı mevduatla zenginler korunurken bu enflasyon şartlarında, elinde mevduatı değil evine gidecek parası olmayan fakir-fukara eziliyorsa buradan kapsayıcı demokrasi çıkmaz.

Kendi yakınlarını, yandaşlarını zengin ederek iktidarlarını korumaya çalışanlara sesleniyorum; bir yüzükle geldiniz, ama siz milletin oyuyla gideceksiniz.

Kapsayıcı demokrasinin beşinci ayağı; siyasi ahlak, temiz siyaset. Akademik hayattan siyasi hayata geçişim de, siyasi hayatta her şeye rağmen vermeye çalıştığım mücadelenin en temel hususu siyasi ahlaktı. Kınalızade’nin Ahlak-ı Alai’siyle Machiavelli’nin Prens’ini karşılaştırdığım derslerde siyasi ahlakı anlatırdım akademik hayatta dünyanın her yerinde ve siyasi ahlakın Makyavelizm üzerinden kurulamayacağını anlatırdık. Ve bugün iktidarda olup da kimisi o derslere de katılmış iktidar sahipleri siyasi ahlakı da unuttular, Kınalızade’yi de unuttular, bütün o medeniyet diye diye medeniyetin değerlerini çürüttüler. Hepsi birer Makyavelist oldu çıktı. İşte bizim şimdi temiz siyaseti; siyasi ahlak yasası, imar yasası, ihale yasası, şeffaflık yasası başta olmak üzere çok kapsamlı yasal düzenlemelerle tahkim etme sorumluluğumuz var. Siyasi ahlak yasalarla da olmaz, onu da söyleyeyim. Siyasi ahlak, önünden milyarlar geçip de ona dokunmadığınız zaman ortaya çıkar, yani bir pratik meselesidir bir teori meselesi değil. Ben bunu gördüm. Teorisini çok iyi yapanların, her gün ahlakçılık yapanların önlerinden yeşil dolarlar geçtiğinde nasıl başlarının döndüğünü gördüm. Bir daha bunu bu ülkeye yaşatmayacağız. Onun için kim siyasi anlamda siyasi ahlaka aykırı davranır, yolsuzluklara karşı mücadele etmekten kaçınırsa, hep beraber ona karşı da mücadele edeceğiz. 

Ve nihayet son günlerdeki bir resim bağlamında altıncı ayağı da, uluslararası boyutudur. Türkiye’de kapsayıcı demokrasiyi yaşatmanın uluslararası boyutu tek bir ilkeye dayanır; çok boyutlu diplomasi ve dış politika. Türkiye, coğrafyası itibariyle hem Asya hem Avrupa, ama aynı zamanda Afrika ülkesidir aslında bağlantılarıyla. Kültürel itibariyle de hem Asya derinliklerinden gelen, o Horasan kültürlerinden gelen, hem Anadolu medeniyetleriyle mezceden, hem de modernleşmeyle birlikte Avrupa’yı da tanıyan bir kültürün sahipleriyiz. Çok zenginiz, bu zenginliğimizi heba etmeyelim.

Şimdi çok boyutlu dış politika demişken, dün-evvelsi gün bir resim yayınlandı, Şanghay İşbirliği Örgütü resmi. Ve iktidar cenahı bu resimden hareketle Sayın Cumhurbaşkanı’nın ne büyük siyasi lider olduğunu ispat yarışına girdiler. Arkadaşlar, şunu söyleyeyim: Akademik hayatta da, stratejiklerini yazarken de, o kitapta da, daha sonra da hep çok boyutlu dış politikaya inandım. Türkiye’nin sadece NATO-Avrupa Birliği denklemine dayalı dış politika yürütmemesi gerektiğini de düşündüm. Onun için Asya derinliklerinde politikaları hep teşvik ettik görevde olduğum sürece. Ve Şanghay İşbirliği Örgütü’yle diyalog anlaşmasını, ortak diyalog anlaşmasını 2013 26 Nisan’ında ben imzaladım. Hiç de imzalarken gocunmadım, çekinmedim. Ama şimdi o anlaşma üzerinden geliştirilen bu ilişkiler çerçevesinde o resme girenlere şunu hatırlatmak isterim: O resim yanlış olmayabilirdi, ne zaman yanlış olmazdı biliyor musunuz? Eğer Türkiye, kurucusu olduğu Avrupa Konseyi’nden neredeyse ihraç sürecine girmemiş olsaydı yanlış olmazdı. Ama bakın şimdi o resme, her ülkeyle ilişkiler gelişmeli, Rusya’yla, Çin, bütün ülkelerle. Ben buna hiç karşı değilim, tam tersi. Ama oradan bir yeni dünya resmi çıkacaksa, Allah aşkına Sayın Erdoğan geldiğinde Doğu Türkistanlı Uygur kardeşlerimizi bir toplasın bakalım, o resimde kendilerine bir yer var mı? Şu anda Urumçi’de, Kaşgar’da, korona bahanesiyle Uygurlar evlerine kapatılıyor, kapıları mühürleniyor, gıdasızlıktan ölümler yaşanıyor ölümler. İstediğiniz dünya düzeni bu mu Allah aşkına? Sesiniz de çıkmıyor, nerede milliyetçiliğiniz? Çin Devlet Başkanı Şi’yle görüşmeniz lazım, görüşmeniz de gerekiyor. Biz de görüştük geçmişte, 2009 yılında o olaylar yaşandığında Pekin’e gitmeden uçağım Kaşgar’a inmişti ve Doğu Türkistanlıların görüşlerini aldıktan sonra Pekin’e gidip resmi görüşmeler yapmıştım. Var mı şu anda bütün uluslararası platformlarda soykırım olarak adlandırılan Çin politikası karşısında Türkiye’nin umru bir sesi var mı? Hindistan, Hindistan Müslümanları, burada 28 Şubattan konuşmak kolay. Hindistan’da başörtüsü yasaklandı kamu alanda, büyük çileler yaşanıyor, insan hakları ihlalleri var. Ve Rusya-Ukrayna Savaşının çıkması ve uluslararası hukuk sınırlarına saygı gösterilmemesi de bir yana. Orada olunur, ama orada Asya ülkeleriyle ilişkiler derinleştirilirken kapsayıcı demokrasinin lideri olarak olunur otoriterliğin meşru kılındığı bir zemin olarak değil. Yüreğim yanarak ifade ediyorum; Avrupa Konseyi, Sayın Cumhurbaşkanı maalesef Avrupa Konseyi’yle Avrupa Birliği’ni birbirine karıştırıyor. Bir daha söyleyeyim, karıştırmadan baksın. Avrupa Konseyi Strazburg’da ve Avrupa Konseyi Türkiye’nin kurucu olduğu bir konsey. Dünya da insan hakları standardını belirleyen bir yer. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de orayla irtibatlı. Şimdiki Dışişleri Bakanı, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanlığı yaptı, ben de Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Başkanlığı yaptım. Şimdi bakın nereden, 12 Eylül döneminde, bütün Avrupa Konseyi tarihinin insan haklarının sicili olan o kurulda, 12 Eylül döneminde Türkiye’nin sadece Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’ne girişi askıya alındı tabiri caizse, çünkü Parlamento feshedildi.  Hepsine rahmet olsun; Turan Güneş, Besim Üstünel, Şaban Karataş gittiler Avrupa Konseyi'nde Türkiye’yi savundular o zaman aman ilişkimiz kesilmesin diye. O günde, 12 Eylül şartlarında olmayan bir müeyyide bekliyor Türkiye’yi şu anda. 2016 yılında siyasi hayatımın belki de en çok gurur duyduğum tablolarından birisi, Türkiye Avrupa Konseyi'nin altı büyük ülkesi arasına girmişti; İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya, İtalya ve Türkiye. Ve Türkçe Nisan 2016’da benim katıldığım toplantıda resmi dil kabul edilmişti Avrupa Konseyi'nde ve ben ilk defa Avrupa Konseyi'ne Türkçe hitap etmiştim resmi dil olarak. Bakın aradan altı yıl geçti, altı yıl geçti, Avrupa Konseyi'nde şu anda Türkiye ihlâl süreci kararı alındı, yani Türkiye’nin Avrupa Konseyi'nde insan haklarını ihlâl ettiği ve Türkiye’yle ilgili Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin son raporundan sonra, iki önce, Türkiye'yle ilgili Bakanlar Komitesine ihraç mı edilecek, askıya mı alınacak, toplantılara katılması mı kısıtlanacak diye karar alınması için teklif gitti. Utanç verici bir tablo. Türkiye'nin demokrasi karnesi, 12 Eylül'den beri böylesine düşmemişti. 1996’da ilk denetlemeyi başlattılar, 2004’te biz kaldırmıştık. 2017’de tekrar denetleme başladı Türkiye’ye.

Şimdi eğer Avrupa Konseyinden kopmasaydınız, eğer Avrupa Konseyi'nde demokratik bir ülke olarak saygı gören bir ülke olsaydınız, sizin Şanghay İşbirliği Örgütünde verdiğimiz resme hiçbir şey demez alkışlardık. Avrupa Konseyi'nde insan haklarındaki ihlaller dolayısıyla ihraç noktasına gelmiş bir ülkenin, Avrupa'dan demokratik standartlarından kopmuş bir ülkenin otoriter liderlerle verdiği manzara Türk halkının övüneceği bir manzara değildir. Kapsayıcı demokrasi değerli arkadaşlar, uluslararası ilişkilerde demokratik değerleriyle tanınan bir ülke olmakla sağlanır. Türkiye içinde her gün demokrasi lafı etsek, her gün demokratız desek, bir manası-bir anlamı yok. Uluslararası basın kuruluşlarında basın özgürlüğü en kısıtlanmış ülke, en fazla mahkûm bulunan ülke, insan hakları standardı en düşük ülke olarak yer alırsanız, kimse size öyle bakmaz. 

Biliyorum huzurunuzu fazla meşgul ettim, ama bugünün de özelliği dolayısıyla affınızı rica ediyorum.

17 Eylül’ü Allah bir daha yaşatmasın, tekrar şehitlerimizi rahmetle anıyorum. Ve inşallah, Hür Düşünce Hareketinin ilkesi çok açık, fikrî hür, vicdanı hür, irfanı hür bir gelecek için, partimizin adını da barındırdığı için teşekkür ediyorum. 

Tekrar Sayın Genel Başkana, Sayın Başkana, bütün katılımcılara sabrınız dolayısıyla teşekkür ediyorum. 

Hiç merak etmeyiniz, kapsayıcı demokrasiyi hep birlikte inşa edeceğiz. Türkiye'yi ben’ler değil biz kurtaracak, o bizim masamızdır, 6’lı masa. 

Çok teşekkür ediyorum. 

Paylaş Paylaş Paylaş
Etiket : GELECEK PARTİSİ AHMET DAVUTOĞLU HÜR DÜŞÜNCE
YORUMLARI GÖR
ÜYE YORUMLARI
Yorum yapabilmek için

Giriş Yap ya da Kayıt Ol